İnsanoğlunun toplum yaşamına geçtiği
dönemlerden bugüne, sığınma ve iltica kavraları giderek yaşamın
ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Yirminci yüzyılda savaşların ve savaş araçlarının yıkım gücünün bir önceki yüzyıl ile mukayese edilmeyecek şekilde artması ile yıkımlar ve insani dramlar geometrik şekilde artış göstermiştir. Buna paralel olarak sığınmacı ve mülteci durumuna düşen milyonların, daha insani şartlar altında, zulüm korkusu olmaksızın yaşayacakları bir ülke bulmaları, uluslararası toplumun ve uluslararası hukukun da önemli sınavlarından biri haline gelmiştir.
İnsani boyutu ve dramları ağır basan mülteci ve sığınmacı kavramlarının içinin doldurulması, karşılaşılan sorunun devasa boyutu nedeniyle ulusal hukuk sistemlerinin ve tek bir ülkenin değil, uluslararası toplumun ve uluslararası hukuk sisteminin üzerine düşen bir görev olmuştur.
Mülteci ve sığınmacı sorunlarına I. Dünya Savaşı sonrası başlayan çözüm bulma çabaları sorunun büyüklüğü karşısında uluslararası örgütlerin yetersiz ve etkisiz kalmaları nedeniyle acılar ve açmazlar içinde kalmıştır.
Avrupa kıtasında patlak veren II. Dünya Savaşı ile milyonlar yeniden mülteci durumuna düşmüş ve evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın yaşadığı bu soruna çözüm bulmak adına uluslararası toplum mülteci durumuna düşen insanların dramına çözüm bulma adına 1951 tarihinde Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamıştır.
Bu Sözleşme Avrupa kıtasındaki mültecilerin sorununa çözüm bulmak adına imzalanmış bir Sözleşme’dir. Daha sonraki yıllarda bazı protokoller ile kapsamı genişletilmiştir. Avrupa ülkeleri temelde kendilerinin neden olduğu II. Dünya Savaşı ile milyonların ölümüne neden olmuştur.
Avrupa coğrafyasında tarih boyunca devam eden rekabet Avrupa coğrafyasını acı ve kan deryasına dönüştürmüştür. Coğrafyasında 100 yüzyıl savaşları, 30 yıl savaşları, 7 yıl savaşları gibi sürekli savaşların ve ulusal rekabetin kol gezdiği Avrupa ülkeleri, 1945 yılı itibariyle yaşadığı acıları bitirmek için “yeni bir başlangıç” yapmaya karar verdiler. Ancak bu yeni başlangıcı yaparken Savaşın neden olduğu insani yıkımı ortadan kaldırmak ve Savaşın ağır sonuçlarından bir olan “mülteci krizine” çözüm bulmak için BM aracılığıyla yukardıda sözü edilen 1951 tarihli Sözleşmeyi imzaladılar.
Bu tarihten sonra artık Avrupa, savaş coğrafyasını Avrupa kıtasından mümkün olduğu ölçüde uzak tutarak maksimum ölçüde “vekalet savaşları” ile dünyanın farklı bölgelerinde ülkesel çıkarlarını makzimize etmeye çalışmaktadır. Nitekim Suriye iç savaşının büyüyerek bu aşamaya gelmesinde Avrupa ülkeleri dahil küresel güçlerin yürüttüğü vekelat savaşı stratejisi çok önemli bir rol oynamaktadır.
Değişen Avrupa Politikaları
Avrupa’nın çatışmaları kendi bölgesi dışında tutma politikaları mülteci ve sığınmacı krizlerinde de bir dönüm noktası teşkil etmiştir. 1980’li yıllarda’Avrupa’daki mülteci sorununun niteliği değişmeye başlamıştır. 1950’ye kadar mülteci üreten Avrupa coğrafyası AB’nin temelini oluşturan Toplulukların kurulmasıyla birlikte artık mülteci alan bir coğrafya haline gelmiştir.
Ekonomik kalkınma ile birlikte ihtiyaç duyduğu yeterli insan kaynağını kendi ülkelerinde bulamayan Avrupa ülkeleri, dünyanın farklı ülkelerinden göçmen almaya başlamışlardır. 1960’lı yıllarda içinde Türkiye’ninde bulunduğu ülkeler Avrupa ülkelerine başlangıçta “geçici” olarak nitelenen işçi göndermeye başlamıştır.
Bu göçmen işçilere ilave olarak Avrupa kıtası 1950’lerden sonra yaşadığı istikrar ve kalkınma ile dünyanın farklı coğrafyalarında meydana gelen silahlı çatışma ve istikrarsızlıklardan kaçmak isteyen kişilerin ulaşmak istediği, korunma istediği bir bölge haline gelmiştir.
Sovyet-Afgan savaşından kaçan Afganlılar, İran Devrimi sonrası kaçan İranlılar ve 2000’li yıllarda başını ABD’nin çektiği ama İngiltere’nin ve diğer AB ülkerinin işbirliği ile gerçekleştirilen 2003 Irak işgali sonrası kaçan Iraklılar, Libya işgali sonrası kaçan Libyalılar ve şimdi Suriye iç savaşı sonrası kaçan Suriyeliler’in birçoğu kendileri ve çocuklarının güvenliği ve geleceği adına Avrupa coğrafyasına akın etmektedir.
1990 sonrası Bosna’da yaşanan trajediler ve Sovyet Blokunun dağılması ile çatışma bölgelerinden kaçan yüzbinler yine Avrupa ülkelerine sığınmak durumunda kalmışlardır.
Avrupa 1980 sonrası karşılaştığı bu yeni duruma karşı üç temel politika belirledi. Birincisi insan kaynağına ihtiyaç duyduğu için göçmen almaya devam etmekle birlikte özellikle Sovyet Blokunun dağılması sonrası giderek artan yasadışı göç ile mücadele adına sınırlarını kapatıp bir “Avrupa Kalesi” oluşturmaya başladı.
Avrupa Birliği’nin görece müreffeh yapısı, pek çok insan için bu toprakları bir cazibe merkezi haline getirmiş ve özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’ya yönelen göç dalgaları zamanla etkin politikalar gerektiren bir ‘sorun’ haline gelmiştir.
Bu kapsamda özellikle kontrolsüz göç ve göçmen kaçakçılığı ile ilgili sorunları çözme adına atılan adımlar ve üretilen politikalar, sorunu çözmekten uzak kalmış ve dahası yasadışı göçmenleri ve sığınmacıları organize suç örgütlerinin kucağına itmiştir. Dolayısıyla toplumsal entegrasyon politikalarının önemli bir unsuru olan göç ve göçmen sorunsalı, büyük ölçüde güvenlik politikalarının bir parçası haline gelmiştir.
Hukuk-düzen sorunsalından ‘güvenlik’ alanına kayan göç profili kapsamında Avrupa’nın daha ‘güvenli, özgür ve adil’ bir yaşam alanına sahip olması yönünde atılan adımlar, “Avrupa Kalesi”nin daha güvenli olması için dış sınır kontrollerinin etkinliğinin artırılması çabalarını da beraberinde getirmiştir.
AB’nin 1980 sonrası geliştirdiği politikaların ikincisi yasadışı göç hareketlerini mümkün olduğu ölçüde sınırlarına gelmeden durdurmak için sınırlarının ötesinde “tampon bölgeler” oluşturarak yasadışı göçmenlerin AB sınırlarına ulaşmasını engelleyici “önleyici politikalar” geliştirmek olmuştur.
Bu politikaların ete kemiğe bürünen en son ve en acı ifadesi Halep’in kuzeyinin Rus bombardımanı sonrası Rejim güçlerine geçmesi ve Türkiye’den Halep’e giden yardım koridorunun kesilmesi ile birlikte sınıra dayanan onbinlerce Suriyeli konusunda AB yetkililerinin şu açıklaması olmuştur; “Türkiye Suriye sınırını açsın”[2]
Zaten milyonlara sınırını açmış bir Türkiye var iken ve yine yüzbinleri kapılarında bekleten, Türkiye’ye sınırlarını kapat mülteciler Yunanistan’a geçmesin diyen, Yunanistan’dan Makedonya’ya geçmeye çalışan mültecilere tel örgü çekip geçmesine engel olmaya ses çıkarmayan bir AB gerçeği var karşımızda.
Sorunun dışşallaştırılması adına gerçekleştirilen bu politika ile sadece yasadışı göç hareketlerini sınırlarından uzak tutmak amaçlanmamakta aynı zamanda bu politkanın bunun bir diğer ayağı olarak, AB sınırlarına giren yasadışı göçmenler geldikleri ülkelere geri gönderilmektedir. AB kaynak ve transit ülkeler ile temelde vize kolaylığı karşılığında yaptığı geri kabul anlaşmaları ile yasadışı göçmenleri, istenmeyen kişileri kendi ülkelerine ya da tampon bölgelere geri göndermektedir.
Son yıllarda AB çapında yasadışı göçle mücadeleye verilen önemin artması, geri kabul anlaşmalarının sonuçlandırılmasını da öncelikli olarak gündeme taşımıştır. Kaynak ve transit ülkelerle yapılan anlaşmalar aracılığıyla sağlanan siyasi diyalog ve bilgi paylaşımı gibi unsurların nihai hedefinde “önleyici bir politika” oluşturma mantığının yattığı görülmektedir.
Geri kabul anlaşmalarının özellikle yasadışı göçmenlere yönelik imzacı ülkelere yüklediği katı sorumluluk, göçmenlerin AB ülkelerine yasadışı girişini engelleme konusunda önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.[3] Bu bağlamda hem yasadışı göçle mücadele için önemli ve etkin bir araç olan hem de ekonomik, diplomatik ve siyasi katma değeri bulunan geri kabul anlaşmaları, nihai süreçte ‘önleyici’ politikanın güdüldüğü bir mantığın ürünü olarak AB politikalarından birini oluşturmaktadır.
Geri kabul anlaşmalarının yasadışı göçle mücadele kapsamında en önemli ayağını ise söz konusu anlaşmaların kapsamı içerisine üçüncü ülke vatandaşlarının dahil edilmesi oluşturmaktadır. Bu bağlamda AB geri kabul politikası kapsamında, imzacı devlet vatandaşları ve vatansızlar dahil olmak üzere üçüncü ülke vatandaşları (imzacı devletin vatandaşı olmayanlar) şeklinde iki grup yer almaktadır.
Yasadışı göç/yerleşim kapsamında temel problemlerden birinin resmi dokümanların yokluğu nedeniyle kimlik ya da uyruk tespiti konusunda yaşanan zorluklar olduğu düşünüldüğünde, üçüncü ülke vatandaşlarının geri kabul zorunluluğu kapsamına alınması, AB’ye yasadışı göçmenleri geri gönderme konusunda önemli bir kolaylık sağlamaktadır.[4]
Böylece, hem kaynak hem de transit ülkeleri kapsayan geri kabul anlaşmaları, AB üyelerinin topraklarında bulunan yasadışı göçmenlerin ve vatansızların geri dönüş açmazını çözmenin etkili yollarından biri olarak değerlendirilmektedir.
Geniş bir geri kabul profilini içeren anlaşmalar ile uyrukluk/vatandaşlık unsuru, geri dönüş için belirleyici bir faktör olmaktan çıkmakta ve transit ülkeye gönderme ‘alternatif bir yol’ olarak belirmektedir. Ancak transit ülkeler açısından böyle önemli bir maliyetin altına girip tavizin verilmesi için anlaşmaların çekici hale getirilmesi gereği ortadadır.
AB bu konuda anlaşma imzaladığı ülke vatandaşlarına vize kolaylığı ve ve vize muafiyeti imkanı sunmaktadır. Zira her ne kadar geri kabul anlaşmaları, ‘karşılıklılık ilkesi’ temeline dayansa da pratikte eşitsiz bir ilişki ortaya çıkmaktadır; çünkü AB üyesi ülkeler açısından geri kabulü sıkıntılı hale getirecek derecede bir göç ilişkisi bulunmamaktadır.
Avrupa’nın 1980 sonrası geliştirdiği politikalardan üçüncüsü ise AB ülkeleri arasında göç, iltica ve sığınma politikalarını ortak bir sistem[5] oluşturmak suretiyle üye ülkelerin yetki alanından alarak ulusüstü yapı olan AB düzlemine aktarmak olmuştur.
Bu sayede üye ülkeler arasında farklı yasal düzenlemelerden kaynaklanan farklılıklar ortadan kaldırıldı. Bu düzenlemeler ile üye ülkelerin iltica ve sığınma arayan kişilere farklı imkanlar sunmasının önüne geçilerek, iltica başvurusu yapan bir kişinin bu başvurusu bir üye ülkede reddedildikten sonra başka bir AB üyesinde yeni bir iltica başvurusu yapması engellenmiş oldu.
AB’nin topraklarında “istenmeyen kişiler” olarak da nitelendirilebilecek yasadışı göçmenlere yönelik olarak yürüttüğü bu politikalar beraberinde uluslararası korumaya muhtaç, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi uyarınca mülteci statüsüne sahip olması gereken mültecilerin ve sığınmacıların güvenli bir şekilde “Avrupa Kalesi”ne ulaşmasına da engel olmuştur.
Avrupa’nın sınırlarını yasadışı göç ile mücadele kapsamında kapatması beraberinde 1950 sonrası “değerler Avrupası” olarak iddialı bir şekilde yola çıkan AB’nin insan hakları ve demokrasi iddiasının da sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Zira iltica ve sığınma hakkı uluslararası hukukun korumaya aldığı en temel hakların başında gelmektedir.
Yaşam hakkının garantiye alınması için savaş ortamında kalan insanların bir başka ülkeye iltica etmesi ya da sığınması bu insanlar için uluslararası hukuk tarafından tanınan ve tüm AB ülkelerinin tanıdığı ve garanti altına aldığı haklardandır. Bir taraftan bu hakları tanıyıp, diğer taraftan bu hakların kullanılmasını engellemek açıkça insan hakları kavramının doğasına terstir.
Bir yandan insan hakları ve demokrasinin bayraktarlığını yapıp, diğer taraftan en temel insan haklarının kullanılmasını engellemek açıkça bir çifte standarttır.
Suriyeli Mülteciler ve Avrupa
Aşağıdaki tabloda görüleceği üzere Euroasia Grup’un Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine (BMMYK) dayanarak yayınladığı verilere göre 17 Şubat 2016 tarihi itibariyle Suriye’nin komşu ülkelerinde toplam 4.718.230 kayıtlı mülteci bulunmaktadır.
Bu mültecilerin 2.620.553’ü Türkiye’de, 1.069.111’i Lübnan’da, 637.859’u Ürdün’de, 245.022’si Irak’ta, 117.658’i Mısır’da ve 28.027’si Fas, Tunus ve Cezayir’de yaşıyor. Bu rakmalar BMMYK’nin açıkladığı resmi ve kayıtlı rakamlar. Bu rakamlara kayıtdışı olarak bu ülkelere giden mültecileri de eklemek gerekiyor.
Öte yandan Suriye’de devam eden vekalet savaşı nedeniyle 13.5 milyon kişi de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştır.
Avrupa Birliği Suriye’den giden mültecilere kapıları kapatmak için daha önce denemediği her türlü çözümü! denemeye devam ediyor. Özellikle Schengen sistemini feda edecek kadar ileri giderek sınırları tel örgüler ile kapatmaktadırlar.
Makedonya Yunanistan sınırını, Slovenya ve Macaristan Sırbıstan sınırını, Bulgaristan, Türkiye sınırını tel örgüler ile kapatmıştır. Bunlardan daha vahim olanı ise her ikisi de AB üyesi olan Hırvatistan ve Slovenya’nın, Slovenya ve Avusturya’nın, Hırvatistan ve Macaristan’ın sınırlarına da mültecilerin geçişini engelleyecek tel örgülerin çekilmesidir.
1990’da duvarları yıkan Avrupa hem de tam merkezinde yeniden duvarlar örmeye, yaşadıkları katliamlardan kaçan Suriye’lileri sınırlarından uzak tutmaya çalışmaktadır.
BMMYK verilerine göre 2015 Aralık itibariyle Avrupa ülkelerine iltica başvurusu yapan Suriyeli mülteci sayısı ise 897.645 dir.[6]
Bütçesi ve kapasitesi belli Ürdün’ün 1 milyon mülteciye ev sahipliği yaptığı bir yerde dünyanın en zengin ekonomilerine sahip 28 AB ülkesinin 900.000 civarında Suriyeli mülteciye başvuru imkanı tanıması acı bir gerçek olarak varlığını sürdürmektedir.
Bu durum aşağıda Merkel’in de belirttiği gibi Avrupa için tarihi bir sınavdır. Demokrasi ve insan hakları konusunda tarihi bir sınav.
Almanya Başbakanı Merkel, 15 Ekim 2015 tarihinde Almanya Federal Parlamentosu’nda (Bundestag) yaptığı konuşmasında, göç krizini yönetmek ve mültecileri yerleştirmek konusunda AB’ye dayanışma çağrısında bulunurken “mülteci sorununun çözümünü Avrupa için tarihi bir sınav”[7] olarak tanımlamıştır.
AB’nin bu sınavı nasıl sonlandıracağı oldukça önemlidir. Zira AB özelinde krize dönüşen göç ve mülteci sorunsalı, euro krizinden daha fazla etkiye sahip ve uzayıp gidecek bir kriz olarak değerlendirilmektedir.
Ayrıca görünen o ki göç ve mülteci krizi, yalnız AB bütünleşmesi açısından değil; AB’nin etkin dış politika aktörlüğü ve küresel aktörlük iddiası için de bir sınav niteliği taşımaktadır.[8]
Sonuç olarak denilebilir ki, günümüzde uluslararası göç hareketlerinin büyük bölümü, pek çoğu düzensiz göç şeklinde olmakla birlikte, dünyanın geri kalanından Batı’ya yönelik olarak gerçekleşmektedir.
Özellikle son yıllarda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki istikrarsız ortamın tetiklediği göç baskısı, bugün Avrupa’yı tartışmasız şekilde zorlu bir sınava tabi tutmaktadır. 2015 yılında Akdeniz’deki göçmen ölümlerinin zirveye ulaşması neticesinde uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırarak ‘kriz’e evrilen uluslararası göç, Avrupa’daki siyasi gündemin merkezinde yer alırken; AB göç yönetiminin etkin(siz)liği konusunun ötesine uzanan tartışmaların boyutu ise bütünleşme değerlerinin (demokrasi ve insan hakları başta olmak üzere) ve AB dış politikasının temel dayanaklarının sorgulanmasına kadar varmış durumdadır.
Mayıs 2015 tarihinde dış göç yönetimi konusunda reform ihtiyacıyla AB’yi acil eylem planı hazırlıklarına sevk eden güncel göç baskısı, göç yönetiminin tepkisel, korumacı, kısa dönemli ve kontrol-odaklı politikaların güdümündeki Avrupa-merkezli bir yaklaşımla sürdürülebilir olmadığını farklı açılardan bir kez daha göstermiştir.
Etkin bir göç yönetimi, hem gerçek ve dengeli bir ortaklık zemininde kurulan hem de karşılıklı diyaloğa dayanan üçüncü ülkelerle işbirliğini ve bu bağlamda kapsamlı bir yaklaşımın varlığını gerekli kılmaktadır.[9]
Ancak görünen o ki, Avrupa Birliği yaşadığı bu krizi kendi adına başarı ile aşsa bile bu çözüm insani ve ahlaki bir çözüm olmayacaktır.
Zira AB Suriye krizinin alevlenip büyümesindeki sorumluluğu karşısında, sorunun büyümesindeki payı kadar külfete katlanmak istememekte ve mültecileri sınırları ötesinde tutmak için ciddi gayret sarfetmeye devam etmektedir.
AB, kapısına dayanan insani dramı sınırlarından uzak tutmak için gösterdiği çabayı Suriye iç savaşının başından bu yana krize siyasi ve diplomatik çözüm bulmak için çaba gösterseydi Aylan bebekler Ege sahillerinde can vermeden savaş sona ermiş olacaktı.
Prof. Dr. Mehmet Özcan
KAYNAKÇA
[1] Bu makale ilk olarak Eğitime Bakış Dergisi’nin Yıl: 12, Sayı: 36, Ocak-Mart 2016 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
[2] http://www.milliyet.com.tr/dunyanin-gozu-turkiye-de/dunya/detay/2191085/default.htm
[3] Annabelle Roig and Thomas Huddleston, ‘EC Readmission Agreements: A Re-evaluation of the Political Impasse’, European Journal of Migration and Law 9, 2007, ss. 366-367.
[4] Detaylı bilgi için bkz: Mehmet Özcan, Fatma Yılmaz-Elmas, Ceren Mutuş, Mustafa Kutlay, Türkiye AB İlişkilerinde Geri Kabul; Hangi Şartlarda? USAK Raporları, 2010-02, İlke Göçmen, Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Geri Kabul Anlaşmasının Hukuki Yönden Analizi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:13, No:2 (Yıl:2014), ss.21-86.
[5] Bu konuda detaylı bilgi için bkz: Mehmet Özcan, Avrupa Birliği Sığınma Hukuku; Ortak bir Sığınma Hukukunun Ortaya Çıkışı, USAK Yayınları, Ankara, 2004.
[6] http://data.unhcr.org/syrianrefugees/asylum.php erişim tarihi: 27.02.2016.
[7] Deutsche Welle, “Merkel: Refugee crisis a ‘historic test of Europe’”, 15.10.2015, <http://www.dw.com/en/merkel-refugee-crisis-a-historic-test-of-europe/a-18784341>, (erişim tarihi: 15.10.2015).
[8] Fatma Yılmaz Elmas, AB Göç-Dış Politika İlişkisinde Pradigma Değişimi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler ABD, 2015, s. 301.
[9] Fatma Yılmaz Elmas, a.g.e., s. 314.
Kaynak: http://www.uhahaberajansi.com/2016/05/29/avrupa-birliginin-suriyeli-multeci-politikasina-elestirel-bir-bakis.html
Yirminci yüzyılda savaşların ve savaş araçlarının yıkım gücünün bir önceki yüzyıl ile mukayese edilmeyecek şekilde artması ile yıkımlar ve insani dramlar geometrik şekilde artış göstermiştir. Buna paralel olarak sığınmacı ve mülteci durumuna düşen milyonların, daha insani şartlar altında, zulüm korkusu olmaksızın yaşayacakları bir ülke bulmaları, uluslararası toplumun ve uluslararası hukukun da önemli sınavlarından biri haline gelmiştir.
İnsani boyutu ve dramları ağır basan mülteci ve sığınmacı kavramlarının içinin doldurulması, karşılaşılan sorunun devasa boyutu nedeniyle ulusal hukuk sistemlerinin ve tek bir ülkenin değil, uluslararası toplumun ve uluslararası hukuk sisteminin üzerine düşen bir görev olmuştur.
Mülteci ve sığınmacı sorunlarına I. Dünya Savaşı sonrası başlayan çözüm bulma çabaları sorunun büyüklüğü karşısında uluslararası örgütlerin yetersiz ve etkisiz kalmaları nedeniyle acılar ve açmazlar içinde kalmıştır.
Avrupa kıtasında patlak veren II. Dünya Savaşı ile milyonlar yeniden mülteci durumuna düşmüş ve evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın yaşadığı bu soruna çözüm bulmak adına uluslararası toplum mülteci durumuna düşen insanların dramına çözüm bulma adına 1951 tarihinde Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamıştır.
Bu Sözleşme Avrupa kıtasındaki mültecilerin sorununa çözüm bulmak adına imzalanmış bir Sözleşme’dir. Daha sonraki yıllarda bazı protokoller ile kapsamı genişletilmiştir. Avrupa ülkeleri temelde kendilerinin neden olduğu II. Dünya Savaşı ile milyonların ölümüne neden olmuştur.
Avrupa coğrafyasında tarih boyunca devam eden rekabet Avrupa coğrafyasını acı ve kan deryasına dönüştürmüştür. Coğrafyasında 100 yüzyıl savaşları, 30 yıl savaşları, 7 yıl savaşları gibi sürekli savaşların ve ulusal rekabetin kol gezdiği Avrupa ülkeleri, 1945 yılı itibariyle yaşadığı acıları bitirmek için “yeni bir başlangıç” yapmaya karar verdiler. Ancak bu yeni başlangıcı yaparken Savaşın neden olduğu insani yıkımı ortadan kaldırmak ve Savaşın ağır sonuçlarından bir olan “mülteci krizine” çözüm bulmak için BM aracılığıyla yukardıda sözü edilen 1951 tarihli Sözleşmeyi imzaladılar.
Bu tarihten sonra artık Avrupa, savaş coğrafyasını Avrupa kıtasından mümkün olduğu ölçüde uzak tutarak maksimum ölçüde “vekalet savaşları” ile dünyanın farklı bölgelerinde ülkesel çıkarlarını makzimize etmeye çalışmaktadır. Nitekim Suriye iç savaşının büyüyerek bu aşamaya gelmesinde Avrupa ülkeleri dahil küresel güçlerin yürüttüğü vekelat savaşı stratejisi çok önemli bir rol oynamaktadır.
Değişen Avrupa Politikaları
Avrupa’nın çatışmaları kendi bölgesi dışında tutma politikaları mülteci ve sığınmacı krizlerinde de bir dönüm noktası teşkil etmiştir. 1980’li yıllarda’Avrupa’daki mülteci sorununun niteliği değişmeye başlamıştır. 1950’ye kadar mülteci üreten Avrupa coğrafyası AB’nin temelini oluşturan Toplulukların kurulmasıyla birlikte artık mülteci alan bir coğrafya haline gelmiştir.
Ekonomik kalkınma ile birlikte ihtiyaç duyduğu yeterli insan kaynağını kendi ülkelerinde bulamayan Avrupa ülkeleri, dünyanın farklı ülkelerinden göçmen almaya başlamışlardır. 1960’lı yıllarda içinde Türkiye’ninde bulunduğu ülkeler Avrupa ülkelerine başlangıçta “geçici” olarak nitelenen işçi göndermeye başlamıştır.
Bu göçmen işçilere ilave olarak Avrupa kıtası 1950’lerden sonra yaşadığı istikrar ve kalkınma ile dünyanın farklı coğrafyalarında meydana gelen silahlı çatışma ve istikrarsızlıklardan kaçmak isteyen kişilerin ulaşmak istediği, korunma istediği bir bölge haline gelmiştir.
Sovyet-Afgan savaşından kaçan Afganlılar, İran Devrimi sonrası kaçan İranlılar ve 2000’li yıllarda başını ABD’nin çektiği ama İngiltere’nin ve diğer AB ülkerinin işbirliği ile gerçekleştirilen 2003 Irak işgali sonrası kaçan Iraklılar, Libya işgali sonrası kaçan Libyalılar ve şimdi Suriye iç savaşı sonrası kaçan Suriyeliler’in birçoğu kendileri ve çocuklarının güvenliği ve geleceği adına Avrupa coğrafyasına akın etmektedir.
1990 sonrası Bosna’da yaşanan trajediler ve Sovyet Blokunun dağılması ile çatışma bölgelerinden kaçan yüzbinler yine Avrupa ülkelerine sığınmak durumunda kalmışlardır.
Avrupa 1980 sonrası karşılaştığı bu yeni duruma karşı üç temel politika belirledi. Birincisi insan kaynağına ihtiyaç duyduğu için göçmen almaya devam etmekle birlikte özellikle Sovyet Blokunun dağılması sonrası giderek artan yasadışı göç ile mücadele adına sınırlarını kapatıp bir “Avrupa Kalesi” oluşturmaya başladı.
Avrupa Birliği’nin görece müreffeh yapısı, pek çok insan için bu toprakları bir cazibe merkezi haline getirmiş ve özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’ya yönelen göç dalgaları zamanla etkin politikalar gerektiren bir ‘sorun’ haline gelmiştir.
Bu kapsamda özellikle kontrolsüz göç ve göçmen kaçakçılığı ile ilgili sorunları çözme adına atılan adımlar ve üretilen politikalar, sorunu çözmekten uzak kalmış ve dahası yasadışı göçmenleri ve sığınmacıları organize suç örgütlerinin kucağına itmiştir. Dolayısıyla toplumsal entegrasyon politikalarının önemli bir unsuru olan göç ve göçmen sorunsalı, büyük ölçüde güvenlik politikalarının bir parçası haline gelmiştir.
Hukuk-düzen sorunsalından ‘güvenlik’ alanına kayan göç profili kapsamında Avrupa’nın daha ‘güvenli, özgür ve adil’ bir yaşam alanına sahip olması yönünde atılan adımlar, “Avrupa Kalesi”nin daha güvenli olması için dış sınır kontrollerinin etkinliğinin artırılması çabalarını da beraberinde getirmiştir.
AB’nin 1980 sonrası geliştirdiği politikaların ikincisi yasadışı göç hareketlerini mümkün olduğu ölçüde sınırlarına gelmeden durdurmak için sınırlarının ötesinde “tampon bölgeler” oluşturarak yasadışı göçmenlerin AB sınırlarına ulaşmasını engelleyici “önleyici politikalar” geliştirmek olmuştur.
Bu politikaların ete kemiğe bürünen en son ve en acı ifadesi Halep’in kuzeyinin Rus bombardımanı sonrası Rejim güçlerine geçmesi ve Türkiye’den Halep’e giden yardım koridorunun kesilmesi ile birlikte sınıra dayanan onbinlerce Suriyeli konusunda AB yetkililerinin şu açıklaması olmuştur; “Türkiye Suriye sınırını açsın”[2]
Zaten milyonlara sınırını açmış bir Türkiye var iken ve yine yüzbinleri kapılarında bekleten, Türkiye’ye sınırlarını kapat mülteciler Yunanistan’a geçmesin diyen, Yunanistan’dan Makedonya’ya geçmeye çalışan mültecilere tel örgü çekip geçmesine engel olmaya ses çıkarmayan bir AB gerçeği var karşımızda.
Sorunun dışşallaştırılması adına gerçekleştirilen bu politika ile sadece yasadışı göç hareketlerini sınırlarından uzak tutmak amaçlanmamakta aynı zamanda bu politkanın bunun bir diğer ayağı olarak, AB sınırlarına giren yasadışı göçmenler geldikleri ülkelere geri gönderilmektedir. AB kaynak ve transit ülkeler ile temelde vize kolaylığı karşılığında yaptığı geri kabul anlaşmaları ile yasadışı göçmenleri, istenmeyen kişileri kendi ülkelerine ya da tampon bölgelere geri göndermektedir.
Son yıllarda AB çapında yasadışı göçle mücadeleye verilen önemin artması, geri kabul anlaşmalarının sonuçlandırılmasını da öncelikli olarak gündeme taşımıştır. Kaynak ve transit ülkelerle yapılan anlaşmalar aracılığıyla sağlanan siyasi diyalog ve bilgi paylaşımı gibi unsurların nihai hedefinde “önleyici bir politika” oluşturma mantığının yattığı görülmektedir.
Geri kabul anlaşmalarının özellikle yasadışı göçmenlere yönelik imzacı ülkelere yüklediği katı sorumluluk, göçmenlerin AB ülkelerine yasadışı girişini engelleme konusunda önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.[3] Bu bağlamda hem yasadışı göçle mücadele için önemli ve etkin bir araç olan hem de ekonomik, diplomatik ve siyasi katma değeri bulunan geri kabul anlaşmaları, nihai süreçte ‘önleyici’ politikanın güdüldüğü bir mantığın ürünü olarak AB politikalarından birini oluşturmaktadır.
Geri kabul anlaşmalarının yasadışı göçle mücadele kapsamında en önemli ayağını ise söz konusu anlaşmaların kapsamı içerisine üçüncü ülke vatandaşlarının dahil edilmesi oluşturmaktadır. Bu bağlamda AB geri kabul politikası kapsamında, imzacı devlet vatandaşları ve vatansızlar dahil olmak üzere üçüncü ülke vatandaşları (imzacı devletin vatandaşı olmayanlar) şeklinde iki grup yer almaktadır.
Yasadışı göç/yerleşim kapsamında temel problemlerden birinin resmi dokümanların yokluğu nedeniyle kimlik ya da uyruk tespiti konusunda yaşanan zorluklar olduğu düşünüldüğünde, üçüncü ülke vatandaşlarının geri kabul zorunluluğu kapsamına alınması, AB’ye yasadışı göçmenleri geri gönderme konusunda önemli bir kolaylık sağlamaktadır.[4]
Böylece, hem kaynak hem de transit ülkeleri kapsayan geri kabul anlaşmaları, AB üyelerinin topraklarında bulunan yasadışı göçmenlerin ve vatansızların geri dönüş açmazını çözmenin etkili yollarından biri olarak değerlendirilmektedir.
Geniş bir geri kabul profilini içeren anlaşmalar ile uyrukluk/vatandaşlık unsuru, geri dönüş için belirleyici bir faktör olmaktan çıkmakta ve transit ülkeye gönderme ‘alternatif bir yol’ olarak belirmektedir. Ancak transit ülkeler açısından böyle önemli bir maliyetin altına girip tavizin verilmesi için anlaşmaların çekici hale getirilmesi gereği ortadadır.
AB bu konuda anlaşma imzaladığı ülke vatandaşlarına vize kolaylığı ve ve vize muafiyeti imkanı sunmaktadır. Zira her ne kadar geri kabul anlaşmaları, ‘karşılıklılık ilkesi’ temeline dayansa da pratikte eşitsiz bir ilişki ortaya çıkmaktadır; çünkü AB üyesi ülkeler açısından geri kabulü sıkıntılı hale getirecek derecede bir göç ilişkisi bulunmamaktadır.
Avrupa’nın 1980 sonrası geliştirdiği politikalardan üçüncüsü ise AB ülkeleri arasında göç, iltica ve sığınma politikalarını ortak bir sistem[5] oluşturmak suretiyle üye ülkelerin yetki alanından alarak ulusüstü yapı olan AB düzlemine aktarmak olmuştur.
Bu sayede üye ülkeler arasında farklı yasal düzenlemelerden kaynaklanan farklılıklar ortadan kaldırıldı. Bu düzenlemeler ile üye ülkelerin iltica ve sığınma arayan kişilere farklı imkanlar sunmasının önüne geçilerek, iltica başvurusu yapan bir kişinin bu başvurusu bir üye ülkede reddedildikten sonra başka bir AB üyesinde yeni bir iltica başvurusu yapması engellenmiş oldu.
AB’nin topraklarında “istenmeyen kişiler” olarak da nitelendirilebilecek yasadışı göçmenlere yönelik olarak yürüttüğü bu politikalar beraberinde uluslararası korumaya muhtaç, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi uyarınca mülteci statüsüne sahip olması gereken mültecilerin ve sığınmacıların güvenli bir şekilde “Avrupa Kalesi”ne ulaşmasına da engel olmuştur.
Avrupa’nın sınırlarını yasadışı göç ile mücadele kapsamında kapatması beraberinde 1950 sonrası “değerler Avrupası” olarak iddialı bir şekilde yola çıkan AB’nin insan hakları ve demokrasi iddiasının da sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Zira iltica ve sığınma hakkı uluslararası hukukun korumaya aldığı en temel hakların başında gelmektedir.
Yaşam hakkının garantiye alınması için savaş ortamında kalan insanların bir başka ülkeye iltica etmesi ya da sığınması bu insanlar için uluslararası hukuk tarafından tanınan ve tüm AB ülkelerinin tanıdığı ve garanti altına aldığı haklardandır. Bir taraftan bu hakları tanıyıp, diğer taraftan bu hakların kullanılmasını engellemek açıkça insan hakları kavramının doğasına terstir.
Bir yandan insan hakları ve demokrasinin bayraktarlığını yapıp, diğer taraftan en temel insan haklarının kullanılmasını engellemek açıkça bir çifte standarttır.
Suriyeli Mülteciler ve Avrupa
Aşağıdaki tabloda görüleceği üzere Euroasia Grup’un Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine (BMMYK) dayanarak yayınladığı verilere göre 17 Şubat 2016 tarihi itibariyle Suriye’nin komşu ülkelerinde toplam 4.718.230 kayıtlı mülteci bulunmaktadır.
Bu mültecilerin 2.620.553’ü Türkiye’de, 1.069.111’i Lübnan’da, 637.859’u Ürdün’de, 245.022’si Irak’ta, 117.658’i Mısır’da ve 28.027’si Fas, Tunus ve Cezayir’de yaşıyor. Bu rakmalar BMMYK’nin açıkladığı resmi ve kayıtlı rakamlar. Bu rakamlara kayıtdışı olarak bu ülkelere giden mültecileri de eklemek gerekiyor.
Öte yandan Suriye’de devam eden vekalet savaşı nedeniyle 13.5 milyon kişi de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştır.
Avrupa Birliği Suriye’den giden mültecilere kapıları kapatmak için daha önce denemediği her türlü çözümü! denemeye devam ediyor. Özellikle Schengen sistemini feda edecek kadar ileri giderek sınırları tel örgüler ile kapatmaktadırlar.
Makedonya Yunanistan sınırını, Slovenya ve Macaristan Sırbıstan sınırını, Bulgaristan, Türkiye sınırını tel örgüler ile kapatmıştır. Bunlardan daha vahim olanı ise her ikisi de AB üyesi olan Hırvatistan ve Slovenya’nın, Slovenya ve Avusturya’nın, Hırvatistan ve Macaristan’ın sınırlarına da mültecilerin geçişini engelleyecek tel örgülerin çekilmesidir.
1990’da duvarları yıkan Avrupa hem de tam merkezinde yeniden duvarlar örmeye, yaşadıkları katliamlardan kaçan Suriye’lileri sınırlarından uzak tutmaya çalışmaktadır.
BMMYK verilerine göre 2015 Aralık itibariyle Avrupa ülkelerine iltica başvurusu yapan Suriyeli mülteci sayısı ise 897.645 dir.[6]
Bütçesi ve kapasitesi belli Ürdün’ün 1 milyon mülteciye ev sahipliği yaptığı bir yerde dünyanın en zengin ekonomilerine sahip 28 AB ülkesinin 900.000 civarında Suriyeli mülteciye başvuru imkanı tanıması acı bir gerçek olarak varlığını sürdürmektedir.
Bu durum aşağıda Merkel’in de belirttiği gibi Avrupa için tarihi bir sınavdır. Demokrasi ve insan hakları konusunda tarihi bir sınav.
Almanya Başbakanı Merkel, 15 Ekim 2015 tarihinde Almanya Federal Parlamentosu’nda (Bundestag) yaptığı konuşmasında, göç krizini yönetmek ve mültecileri yerleştirmek konusunda AB’ye dayanışma çağrısında bulunurken “mülteci sorununun çözümünü Avrupa için tarihi bir sınav”[7] olarak tanımlamıştır.
AB’nin bu sınavı nasıl sonlandıracağı oldukça önemlidir. Zira AB özelinde krize dönüşen göç ve mülteci sorunsalı, euro krizinden daha fazla etkiye sahip ve uzayıp gidecek bir kriz olarak değerlendirilmektedir.
Ayrıca görünen o ki göç ve mülteci krizi, yalnız AB bütünleşmesi açısından değil; AB’nin etkin dış politika aktörlüğü ve küresel aktörlük iddiası için de bir sınav niteliği taşımaktadır.[8]
Sonuç olarak denilebilir ki, günümüzde uluslararası göç hareketlerinin büyük bölümü, pek çoğu düzensiz göç şeklinde olmakla birlikte, dünyanın geri kalanından Batı’ya yönelik olarak gerçekleşmektedir.
Özellikle son yıllarda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki istikrarsız ortamın tetiklediği göç baskısı, bugün Avrupa’yı tartışmasız şekilde zorlu bir sınava tabi tutmaktadır. 2015 yılında Akdeniz’deki göçmen ölümlerinin zirveye ulaşması neticesinde uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırarak ‘kriz’e evrilen uluslararası göç, Avrupa’daki siyasi gündemin merkezinde yer alırken; AB göç yönetiminin etkin(siz)liği konusunun ötesine uzanan tartışmaların boyutu ise bütünleşme değerlerinin (demokrasi ve insan hakları başta olmak üzere) ve AB dış politikasının temel dayanaklarının sorgulanmasına kadar varmış durumdadır.
Mayıs 2015 tarihinde dış göç yönetimi konusunda reform ihtiyacıyla AB’yi acil eylem planı hazırlıklarına sevk eden güncel göç baskısı, göç yönetiminin tepkisel, korumacı, kısa dönemli ve kontrol-odaklı politikaların güdümündeki Avrupa-merkezli bir yaklaşımla sürdürülebilir olmadığını farklı açılardan bir kez daha göstermiştir.
Etkin bir göç yönetimi, hem gerçek ve dengeli bir ortaklık zemininde kurulan hem de karşılıklı diyaloğa dayanan üçüncü ülkelerle işbirliğini ve bu bağlamda kapsamlı bir yaklaşımın varlığını gerekli kılmaktadır.[9]
Ancak görünen o ki, Avrupa Birliği yaşadığı bu krizi kendi adına başarı ile aşsa bile bu çözüm insani ve ahlaki bir çözüm olmayacaktır.
Zira AB Suriye krizinin alevlenip büyümesindeki sorumluluğu karşısında, sorunun büyümesindeki payı kadar külfete katlanmak istememekte ve mültecileri sınırları ötesinde tutmak için ciddi gayret sarfetmeye devam etmektedir.
AB, kapısına dayanan insani dramı sınırlarından uzak tutmak için gösterdiği çabayı Suriye iç savaşının başından bu yana krize siyasi ve diplomatik çözüm bulmak için çaba gösterseydi Aylan bebekler Ege sahillerinde can vermeden savaş sona ermiş olacaktı.
Prof. Dr. Mehmet Özcan
KAYNAKÇA
- Annabelle Roig and Thomas Huddleston, ‘EC Readmission Agreements: A Re-evaluation of the Political Impasse’, European Journal of Migration and Law 9, 2007.
- http://data.unhcr.org/syrianrefugees/asylum.php (Erişim tarihi: 27.02.2016).
- Deutsche Welle, “Merkel: Refugee crisis a ‘historic test of Europe’”, 15.10.2015, <http://www.dw.com/en/merkel-refugee-crisis-a-historic-test-of-europe/a-18784341>, (Erişim tarihi: 15.10.2015).
- Fatma Yılmaz Elmas, AB Göç-Dış Politika İlişkisinde Pradigma Değişimi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler ABD, 2015.
- İlke Göçmen, Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Geri Kabul Anlaşmasının Hukuki Yeönden Analizi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:13, No:2 (Yıl:2014), ss.21-86.
- http://www.milliyet.com.tr/dunyanin-gozu-turkiye-de/dunya/detay/2191085/default.htm
- Mehmet Özcan, Avrupa Birliği Sığınma Hukuku; Ortak bir Sığınma Hukukunun Ortaya Çıkışı, USAK Yayınları, Ankara, 2004.
- Mehmet Özcan, Fatma Yılmaz-Elmas, Ceren Mutuş, Mustafa Kutlay, Türkiye AB İlişkilerinde Geri Kabul; Hangi Şartlarda? USAK Raporları, 2010-02.
[1] Bu makale ilk olarak Eğitime Bakış Dergisi’nin Yıl: 12, Sayı: 36, Ocak-Mart 2016 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
[2] http://www.milliyet.com.tr/dunyanin-gozu-turkiye-de/dunya/detay/2191085/default.htm
[3] Annabelle Roig and Thomas Huddleston, ‘EC Readmission Agreements: A Re-evaluation of the Political Impasse’, European Journal of Migration and Law 9, 2007, ss. 366-367.
[4] Detaylı bilgi için bkz: Mehmet Özcan, Fatma Yılmaz-Elmas, Ceren Mutuş, Mustafa Kutlay, Türkiye AB İlişkilerinde Geri Kabul; Hangi Şartlarda? USAK Raporları, 2010-02, İlke Göçmen, Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Geri Kabul Anlaşmasının Hukuki Yönden Analizi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:13, No:2 (Yıl:2014), ss.21-86.
[5] Bu konuda detaylı bilgi için bkz: Mehmet Özcan, Avrupa Birliği Sığınma Hukuku; Ortak bir Sığınma Hukukunun Ortaya Çıkışı, USAK Yayınları, Ankara, 2004.
[6] http://data.unhcr.org/syrianrefugees/asylum.php erişim tarihi: 27.02.2016.
[7] Deutsche Welle, “Merkel: Refugee crisis a ‘historic test of Europe’”, 15.10.2015, <http://www.dw.com/en/merkel-refugee-crisis-a-historic-test-of-europe/a-18784341>, (erişim tarihi: 15.10.2015).
[8] Fatma Yılmaz Elmas, AB Göç-Dış Politika İlişkisinde Pradigma Değişimi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler ABD, 2015, s. 301.
[9] Fatma Yılmaz Elmas, a.g.e., s. 314.
Kaynak: http://www.uhahaberajansi.com/2016/05/29/avrupa-birliginin-suriyeli-multeci-politikasina-elestirel-bir-bakis.html